Haber7.com-Özel Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması tartışmalarıyla ilgili Tarihçi Yazar Ahmet Anapalı, İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal ve Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak, Haber7.com’a çok özel açıklamalarda bulundu.
(Tarihçi Yazar Ahmet Anapalı)
AYASOFYA KILIÇ HAKKIDIR
Ayasofya normalde Türkiye Cumhuriyeti’nde herhangi bir bakanlığa bağlı herhangi bir müdürlüğü bağlı herhangi bir kurum. Dışarıdan böyle görünüyor. Müzeler müdürlüğüne bağlı bir müze. Fakat Yunanistan’dan Rusya’ya, Mısır’dan Cezayir’e kadar bütün ülkelerinin yorum yapıyor olması sadece Ayasofya’nın yalnızca bir bina bir müze olmadığını ortaya koymaktadır. Ayasofya bir semboldür. Ayasofya tam olarak bizim de dediğimiz gibi bir bayraktır ve bir tarihi mirasın ve bir medeniyet bilincinin somutlaşmış halidir. Ayasofya hakkındaki insanların düşünceleri turnusol kağıdı gibi onun tarih medeniyet ve kültür noktasında durduğunu göstermektedir. Ayasofya bir camidir bir kılıç hakkıdır.. Bütün dünyanın tüm devletlerinde devletler bir yeri aldıklarında istedikleri bir mekanı ya da bölgeyi kılıç hakkı olarak değiştirme hakkına sahiptirler. Bunun dünya hukukunda yeri vardır. Bu bir çapul, talan, yağma değildir. Dünya hukukunda yeri olan bir özelliktir ve Fatih de kılıç hakkı olarak İstanbul’u istememiş Ayasofya’yı istemiştir. Vakfiyesini koymuştur. Vakfiye duasını okutmuştur. Bu noktada Ayasofya’nın cami olduğu, Yunanistan’ın bir savaş sebebi saymasından da ortaya çıkmaktadır.
YAPACAK BİR ŞEYLERİ YOK!
“Yunanistan da oradaki camileri yıkmaya çalışır” sözünü söyleyenler sanıyorum ki hiç Yunanistan’a gitmemişler. Orada cami yok, yani Yunanistan’ın camilikten başka bir şeye çevireceği cami kalmadı. Tuvalet yaptıkları pavyon yaptıkları camiler var. Genelevi olarak kullandıkları camiler var. Bugün Selanik’e gidin, herhangi bir iline gidin cami göremiyorsunuz. Dolayısıyla ne ile tehdit edeceksiniz?
Benim ülkemde sadece Fatih’te 124 tane kilise var. Beyoğlu’nda apartman kiliseleri var. Normalde batıda minare olmaz. Batıda ezan okunmaz. Benim ülkemde çan kuleleri var ve çan çalıyor. Müslümanlar da bundan rahatsız olmuyorlar. Dolaysıyla kimi kiminle tehdit edecekler benim ülkemde binlerce kilise var. Yapabileceklerini yapsınlar ama yapacak bir şeyleri yok.
“AYASOFYA CAMİ OLMALI MI ANKETİ” YAPILDI
Yalnızca çapulculuk, kabadayılık yapıyorlar. Meydan okuyorlar. Ayasofya cami olmasın kartını hep kullanıyorlar. Biz de bunun karşılığında Ayasofya’yı cami yaparak bunun cevabını verelim yeter artık. Bu tehditler ilelebet kıyamete kadar her ‘Ayasofya cami olsun’ dendiğinde önümüze çıkacak. Ve biz bu tehdidi bugün göğüslemezsek bizim karşımızda dağ gibi büyüyecektir. Dolayısıyla kimin elinden ne geliyorsa onu yapsın. Basit bir durum değil demek ki savaş sebebi sayıyorlar. Ben de bunu bir savaş sebebi olarak sayabilirim. En son bu hafta ‘Ayasofya cami olmalı mı anketi’ yapıldı. Bu anket henüz kamuoyuna açıklanmadı. Sonucu biliyorum, yüzde 89.5 Ayasofya cami olsun diyor. Bu ülkenin tarihini 1923’ten başlatan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile hükümeti bir nevi eleştirerek “Sizi tutan mı var? Cami yapacaksanız yapın ne bu kadar yaygara yapıyorsunuz” diyerek aslında bir şekilde cami yapılmasına ses çıkarmayacağını ve destekleyeceğini ifade ediyor. Hiçbir zaman bu millet bu kadar fazla konsolide edilmedi bu konuda. Bu fırsat kaçmamalı.
KUDÜS’Ü KURTARACAK ORDU AYASOFYA’DA CUMA NAMAZI KILACAK
Biraz şövenistçe olabilir. Ama ben şahsen Kudüs’ü kurtaracak olan ordunun komutanının Ayasofya’da Cuma namazı kıldıktan sonra yola çıkacağına inanıyorum Adım adım biz Kudüs’ten, Mescid-i Aksa’dan bahsederken hemen burnumuzun dibinde müze olarak kullanılan gusül abdesti olmadan girilen Ayasofya’yı kimsenin kurtarmasını düşünmüyoruz. Mescid-i Aksa’yı tabi kurtaralım da önümüzde müze olarak kullanılan bir Ayasofya var. Çok klişe bir söz ama ben Ayasofya’ya biletle değil abdestle girmek istiyorum.
(İstanbul Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal)
AYASOFYA BİR ALAMETTİR
Ayasofya, bizim tarihimizde, Türk-İslam tarihinde ama özellikle İslam tarihinde sadece bir cami değil. Böyle başlamak lazım. Ayasofya Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Müslümanlara müjdelediği Bizans’ın başkenti olan İstanbul’un fethi ile ilgili bir ana unsur ve oranın İslam ve Türk ülkesi olduğunu ispatlayan ve tapusu olduğunu da bizlere gösteren bir alamettir.
Tarihin içinde de şöyle cereyan eder bu olay. Bizim ordularımız, Türk-İslam orduları bir şehre girdikleri zaman bütün insanlara eğer savaşla fethediliyorsa teslim olmamışsa onu hukuka aykırı ama teslim olunmuşsa halkının hiçbir ferdine dokunulmaz. Bütün özgürlükleri neye inanıyorsa hangi dine inanıyorsa hangi mezheptense onların hayatlarına ve ibadet mekanlarına karışılmaz. Oldukları gibi dilleriyle dinleriyle kültürleriyle özgürce kendi hukuk sistemi içinde yaşarlar. Bu hakkı devletimiz ona verir. Yaşam tarzını da kabul eder. Nitekim hem İslam orduları hem Türk orduları İran’a geldikten sonra Anadolu’ya, Balkanlara, Kuzey Afrika’ya gittikten sonra o bölgede bu düzeni sağlamışlar. Bu insanları özgürce kendi hukukları çerçevesinde yaşama teminatı olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nde de böyledir. 1300 yılından başlayıp 1453’te de İstanbul’u fethetmiş. Önce Balkanları almış, İstanbul arada kalmış. Burası müjdelenen şehir biliyorsunuz. Hem Emeviler hem Abbasiler döneminde sahabe efendilerimiz gelmiş burada savaşmışlar şehit düşmüşler. Şehir aslında 1453’e kadar yarı İslamlaşmış bir şehir. Şehrin içinde kısım kısım Müslümanlar var. Mahalleler kurmuşlar hatta mescidler kurmuşlar. Şeyh efendiler o zamanki tasavvuf erbabı güzel insanlar oralarda tekkeler zaviyeler kurmuş, oradaki insanlara hizmet etmişler. Zaten yarı İslamlaşmış yarı Türkleşmiş bir şehirden bahsediyoruz. Yani bu fetih Peygamber Efendimizin müjdelediği “İstanbul bir gün fetholunacaktır. Fetheden komutan ne güzel komutandır o ordu ne güzel ordudur” diye o müjdeye Fatih Sultan Mehmet 21 yaşında nail olmuştur.
ARTIK BİR KÜLLİYE VE İSLAM MABEDİ
Ayasofya milat biliyorsunuz. Ta 300’lü yıllarda kurulmuş, büyük bir kilise o dönemde. İstanbul’un en büyük kilisesi, baş piskoposun oturduğu ve orada ayin yaptığı bir kilise. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet bu kilisede, oranın Türk ve Müslüman ülkesi olduğunu temsilen şehrin görevini ve anahtarını orada teslim almış. Burada da yeni bir cemaate hem özgürlük vermiş hem de yeni dini otoriteler atamıştır. Bunu atarken de bakın siyasi irade olarak buranın da kendi ülkesine ait olduğunu temsil etmek için Ayasofya’yı camiye çevirmiştir. Camiye çevirmek ne demektir? Ayasofya’nın içindeki düzeni değiştiriyorsunuz. Çünkü orası bir kilise, orayı cami düzeni haline getiriyorsunuz. Ne yapmış? Mihrap yapmış, minber yapmış, vaiz kürsüsü yapmış değil mi? Orada bir takım ikonlar var. Ortodokslar’da ikon çok önemli, resimler var. Onları kapattırmış, orayı çok güzel bir cami yapmış. Böyle de kalmamış. 1453-1936, kaç yıl geçmiş? 500 yıl geçmiş. 500 yıl içinde devamlı yenilenmiş ve külliye olarak Osmanlı külliyesi haline getirilmiş. Artık kilise hüviyeti kalmamıştır. Ne yapmışlar? 2. Beyazıt döneminde bir minare, 2. Selim döneminde bir minare ondan sonra 4 minare şekline getirilmiş, kuvvetlendirilmiş. Mimar Sinan oranın temelinden itibaren kuvvetli hale gelmesini sağlamış. Abdülmecid döneminde Hünkar Mahfili yapılmış. Yani artık orası sağlık teçhizatlarıyla medrese, o zamanki eğitim sistemleriyle sosyal mekanlarıyla artık bir külliyedir ve İslam mabedidir. 1934’e kadar. Yani artık onun kilise hüviyeti kalmamıştır. Bunu böyle bilmek lazım.
MÜSLÜMANLARI DERİNDEN YARALAYAN BİR ŞEY
Ondan sonra tabi biliyorsunuz 1934 yılında bir kanunla veya kanun hükmünde kararname ile burası Müzeler Genel Müdürlüğüne devredilmiş ama ondan sonra asıl vahamet başlıyor. Devretmekle beraber tabi o zamanki fiziki şeklinde yavaş yavaş külliye olma özelliğini de kaybediyor. Müze şekline dönüştürülüyor. Bu ne demektir? Medresesi tarumar ediliyor, oradaki Hünkar mahfilinden tutun içindeki camiyle ilgili vaiz kürsüsü, minberler, yani bizim camilerimizin içindeki o müştemilat dediğimiz şey İslam camisi olduğuna ait her şey kaldırılıyor. Yeniden mozaikler resimler koyuluyor. Orası sanki bir kilise gibi imaj veriliyor. Bu tabi bizim Türk milletini ve Müslümanları derinden yaralayan bir şey çünkü İstanbul sadece İstanbul değil İslam tarihinde Ayasofya sadece Ayasofya değil, orası bir kültürün yani Bizans kültürünün ve Hristiyanlık kültürünün sembolü ve baş aktörüdür. Burası İslam ülkesi olduğu zaman da İstanbul ve Ayasofya artık İslamın ve Türklerin ana kalesidir. Yani iki tane ana karakteri temsil ediyor.
MİLLETİMİZ İÇİN BİR UHDE VE YARA
Bu bizim milletimizde böyledir. Milletimiz o yüzden 1934’ten sonra bizim gençlerimiz muhafazakar manevi değerlerine sahip kültürüne sahip gençlerimiz, dindar demiyorum sadece. Yalnızca dindarlar için geçerli değil çünkü. Bütün milletimiz için geçerli hatta dünyadaki bütün Müslümanlar için geçerli, bu medeniyet meselesi. Bütün Müslümanlar artık buranın ana hüviyeti neyse eski haline gelmesini istiyor. Dolayısıyla evet yine bizim Sultanahmetimiz var, Süleymaniye camimiz var. Resmen cami, bütün turistler de olduğu gibi buralar ziyaret edebiliyor. Kimseye yasak değil, ama orası cami ve cami hüviyetinde. Dolayısıyla bizim insanımızın isteği, bizim neslimizin isteği oranın eski şekline rücu etmesidir. Bu yüzden çok mücadele edildi. 1934’teki o hata geri alınsın istendi. Haluk Dursun hocamız var. O hem Ayasofya Müdürlüğü döneminde orada çok yatırımlar yaptı. Allah rahmet eylesin. Allah yaptıklarının karşılığını öbür dünyada kendisine nail eylesin. Onun verdiği şuurla Ayasofya’da yeniden medrese ve külliye olma halini yeniden yavaş yavaş biz gördük. Son 20 yılda bunlar yapıldı. Çok şükür, biliyorsunuz hünkar mahfili açıldı. Orada ezan okunuyor ve namaz da kılınıyor. Ama 4 minaresinden biz ezan duymuyoruz. 4 minaresi eski halinde değil, eski haşmetinde değil, eski karakterinde değil. Müze olduğu sürece de eski karakterine kavuşamayacaktır. Dolayısıyla milletimizin içinde bir uhde ve yara olarak kalacaktır.
BU DİN VEYA DİNDARLIK MESELESİ DEĞİL
Ben bunun karakter meselesi olduğunu da düşünüyorum. Ayasofya gerçek karakterine bürünmediği sürece Türk milletinin asil evlatları da gerçek karakterlerine bürünemeyecekler. Bu din veya dindarlık meselesi değil. Bu kültür meselesi, karakter meselesi, bu temsil meselesi, bu mütekabiliyet meselesi. Uluslararası hukukta da böyledir. Şimdi gidin Avrupa’ya Endülüs’ü biliyorsunuz. 700 yıl İslam memleketi olmuş ama bir tane temsili hiçbir şeyimiz kalmamış. Kimse bunun şikayetini etmiyor. Bunun hesabını da vermiyorlar. Balkanlar, tam 500 yıl İslam’a kucak açmış bütün şehirleri köyleri İslam köyü olan, binlerce camisi olan mekan. Anadolu’dan daha fazla camisi ve medresesi eski kültürü olan mekan, bir tane kalmamış. Yunanistan’da hiçbir eserimiz kalmamış. Dolayısıyla bütün bunları biz dile getirdiğimiz zaman biz karakterimizi arıyoruz aslında. Kimseden bir şey istemiyoruz. Bu ülke bizim, bu ülke Türklerin ve Müslümanların ülkesi ve bunu 500-1000 yıldır böyle yaşıyoruz. Bundan sonra da böyle yaşamak istiyoruz. Aslında amacı da budur. Açılır mı açılmaz mı bunu bilmiyoruz ama Türk milletinin isteği Müslümanların isteği asli hüviyetine ve karakterine geri döndürülmesidir. Dolayısıyla söylenecek de budur. Ayasofya bir başka milletin malı değildir. Ne Yunan’ın ne Rus’un ne Avrupalıların malıdır. Bizim malımız, ister açarız ister kapatırız. Ama milletin arzusu açmak yönündedir.
(Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak)
AYASOFYA TARTIŞMALARINDA BU HUSUSA DİKKAT EDİLMELİ
Bizans döneminde 3 tip vakıf vardı. Dini vakıflar, imparatorluk vakfı ve askeri vakıflar. Ayasofya, devlet törenlerinin yapıldığı, dini ve askeri törenlerin yapıldığı bir mekan, imparatorluğun vakfıydı. Doğu Roma İmparatorluğu fethedildikten sonra kılıç hakkı kavramı çerçevesinde Fatih Sultan Mehmet’in özel mülküne geçti. Fatih Sultan Mehmet, Ortodoks dünyasının dini törenlerinin yapılması için yanlış hatırlamıyorsam 7 bin altın vererek yeni bir patrikhane yapılmasına imkan tanıdı. Dolayısıyla Fatih Sultan Mehmet’in kişisel hazinesinden kendi tasarrufu ile kurduğu bir vakıf söz konusudur. Ayasofya tartışmaları yapılırken bu hususa dikkat edilmesi bu vakfın ne şekilde teşekkül etmesini de dikkate almak gerekir diye düşünüyorum. Öte yandan 24 Kasım 1934 tarihinde müze kararının alınması herhangi bir uluslararası anlaşma neticesinde olmamıştır. Yani o zaman görev yapan Bakanlar Kurulu kararıyla ve bir kanunla olmuştur. Dolayısıyla bu kanun da Türkiye’nin iç hukukundaki gelişmeler neticesinde ortaya çıkmıştır. Zamanın Cumhurbaşkanı o yasa maddesini onaylayarak kanunu yürürlüğe koymuştur. Ancak, 1934 yılından sonraki uluslararası gelişmeleri iyi incelemek gerekir. 1936 yılında Türkiye’nin girişimi ile Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin değiştirilmesi süreci başlamıştır. Boğazlar rejimini değiştirmek üzere bir konferans, 22 Haziran 1936’da İsviçre’nin Montrö şehrinde toplandı. Sonuçta varılan anlaşma ile yani 20 Temmuz 1936 tarihli yeni Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye’nin kısıtlanmış hakları kaldırılmıştır. Böylece Boğazlar bölgesinde egemenlik haklarının Türkiye’ye ait olduğu kabul edilmiştir. Yine Hatay’ın ana vatanı katılma süreci bu tarihlerde başlamış ve 1939’da neticelenmiştir.
ULUSLARARASI HUKUKU İLGİLENDİREN TARAFI YOK
Öte yandan, Ayasoyfa’nın müze olması durumu hakkında halen süren bir hukuk süreci vardır. Hukuki süreç henüz tamamlanmamıştır. Yüce Türk mahkemelerinde bu konu karara bağlandıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Meclisi bu konuda yeni bir karar alabilir. Doğal olarak bu konu da Türkiye’nin iç hukuku neticesinde alınacak bir karardır. Bu haliyle, herhangi bir şekilde uluslararası hukuku ilgilendiren bir tarafı görülmemektedir. Türkiye’deki hukuki süreç tamamlandıktan sonra verilecek siyasi kararları ayrıca yorumlamak gerekir.
Ancak, bu konu Türk yargısında görüşülürken yabancı ülkelerin tarihi eserlerin korunması, tarihi ibadethanelere gereken saygının gösterilmesi konusunda Türk milleti ve devletine akıl verme salahiyet ve hakları yoktur. Zira, komşumuz Yunanistan’daki binlerce Osmanlı mimari eseri Yunanistan bağımsız olduktan sonra geçen yaklaşık 200 yılda yok edilmiştir. Sadece ibadethane olan camiler değil Selanik’teki sinagoglar da yok edilmiştir. Sivil mimari eserler bile yıkılmıştır. Yüzlerce Osmanlı çeşmesinden geriye kalan Kavala’daki Külliye’nin etrafında olan çeşme gibi istisnalardır. Yüzlerce bir mimari şaheser olan türbe, cami medrese, mescit, hamam, çeşme gibi eserden geriye kalan eserler kaç tanedir?
1906 tarihli Selânik vilâyeti salnamesine göre 36 cami ve 24 mescid, 9 medrese ayrıca diğer cemaatlere ait birkaç kilise ve sinagog vardır. Yine 3 imaret, 9 mektep ve asgari 19 tekke ve zâviyeden söz edilir. Bu tekke ve zâviyelerde zengin kütüphaneler vardı. Kara Hasan Tahsin diye anılan şehrin İttihatçı valisi emrindeki 25 binden fazla askere rağmen şehri şehri 26 Ekim 1912’de Yunanistan’a tek kurşun atmadan teslim etti. Bugün Selanik’te var olan tek anıt mezar onunkidir. Diğer Türk eserlerinden ve hatta sinagoglardan bile geriye kayda değer çok az eser kalmamıştır.
SELANİK’TE YIKILAN CAMİLERİ HATIRLASINLAR
Atina’yı 1669’da ziyaret eden Evliya Çelebi, iç kale olan Akropolis’teki cami dahil şehirde 4 cami ile 7 mescidi kaydetmiştir. Bu eserlerin bugünkü durumu nedir? Sayıları onlarla ifade edilen Atina’daki mescit, cami, medrese, kütüphane, vali konağı gibi Türk eserlerin geriye kalan Fethiye Camii’nin minaresi niçin yıkılmıştır? Atina’da görev yapan İslam dünyasının değişik ülkelerinden gelen büyükelçiler niçin Cuma namazları dahi kılmak noktasında mimarisiyle minaresiyle camii olan bir camiye sahip değillerdir. Haziran 2019 tarihinde Atina’da bu ihtiyacı karşılamak için Yunan devletinin tanıdığı imkanla sözde bir camiiye kavuştu. Ama ne minaresi var ne de mimarisi dışardan bakan insanlara bu bir camidir dedirten kutsal bir yapı hüviyeti var. Yunanistan İslam ülkelerinden gelen tüm baskıya rağmen Atina’daki tarihi Fethiye camiinin minaresinin tamamlanmasını sağlamadığı gibi camiinin ibadete açılmasına da müsaade etmedi. Bu davranış erdemli bir davranış mıdır? Başka inanış ve kültürlere saygı bu mudur? Elbette değil. Dolayısıyla Yunanistan’ın bu konuda başka ülkelere tavsiyede bulunurken Selanik’te yıktıkları cami ve sinagogları hatırlaması elzemdir. Rodos, Girit, 12 adalar ve diğer Ege adalarındaki çok sayıda yıkılan okul, cami ve mescitlerin korunması konusunda da duyarlılık göstermeleri ve söz konusu eserlerle tarihi ve kültürel bağı olan Türkiye ile işbirliği yapmaları gerekir. Batı Trakya’daki Türklerin kimliklerini yok etmeye çalışmadan Lozan’dan kaynaklanan haklarını özgürce kullanarak serbest iradeleriyle seçtikleri müftülere saygı duymalıdır. Bu kişilerin insan haklarını ve Lozan’dan kaynaklanan uluslararası hukuka bağlı haklarını kullanmalarını kısıtlamak ve hapse atmaktan vaz geçmelidir.
Diğer taraftan Mısır’dan gelen İstanbul’un fethi noktasındaki talihsiz beyanların sahipleri Emeviler döneminden başlayarak Abbasiler, Eyyubiler ve Memlukler devrine uzanan süreçte Osmanlı Devleti’nden önce Kıbrıs’ta Girit’te, Sicilya’da hatta İspanya’da kendi tarihleri ve kültürleri ile alakalı olan eserlerin bugünkü durumuyla ilgilenmek noktasında neler yaptıklarını dile getirmelidir. Arap ve İslam dünyasının en önemli ülkelerinden birinin temsilcisi olan bir devlet başkanı kendi geçmişi ve kültürüne bu kadar uzak olabilir mi?
İspanya bugün Kurtuba Camisini cami olarak muhafaza ediyor mu?
Sevilla’daki camiyi muhafaza ediyor mu? Bunun da sorulması gerekir. Yine kültür varlığı olarak Ayasofya mimarisiyle ve bütün kilise özelliklerini bugün büyük ölçüde koruyor. Kubbesiyle, içindeki mozaiklerle, Hıristiyan inancı için önemli olan dışındaki ve içindeki eserleriyle varlığını sürdürüyor ama Yunanistan’daki Osmanlı Devleti’nden kalan eserler camiler, medreseler, türbeler mezarlıklar maalesef korunmamış durumda yani bunlar kiliseye çevrilerek bile korunma yönüne gidilmemiştir. Aslında bunlar insanlığın ortak mirasıdır. İnsanlığa ait kültürel mirasın eserleridir. İnsanlığın, bir değeridir. Bu mimari değerler, kültürel varlık değerleri maalesef bugün, Osmanlı Devleti o topraklardan çekildikten sonra her geçen gün bilinçli ya da bilinçsiz olarak yok edilmektedir. Bunları da ilgili tarafların tekrar düşünmesi ve tepkilerini dile getirirken bunları da dikkate almaları gerekir diye düşünüyorum. Ekrem Hakkı Ayverdi, 1952, 1956 ve 1976 yıllarında yaptığı araştırmalarla Avrupa ülkelerindeki Osmanlı eserlerinin izini sürerken bazıları ortak imzalı 16 cilt eser yazdı. Yunanistan bölgesinde, Bulgaristan, Makedonya, Romanya, Macaristan’daki Osmanlı Devleti’nin dini yapıları, sivil mimarisi de dahil olmak üzere binlerce eserin kaydını tuttu. Bugün bu yıkılanlarda dahil olmak üzere 1970 ile 2020 yılları arasında 50 yıllık süreçte bu eserlerin ne kadar kayba uğradığını görmekteyiz. Koruma kültürü yani bu evrensel özellikteki mimari eserlerin korunması uluslararası alanda adilane bir yaklaşımla sergilenmelidir. Eserler hem mimari özellikleriyle, hem de fonksiyonları itibariyle korunmalıdır. Maalesef bu Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin mirası olan eserler söz konusu olunca evrensel düzeydeki bakış açılarını kaybediyorlar. Önyargılı yorumlarla yapılanlara kılıf bulmaya çalışıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışındaki Selçuklu, Beylikler dönemi ve Osmanlı eserlerinin aynı şekilde korunması ve fonksiyonlarını devam ettirmesi noktasında çoğu batılı aydın tarafından bir hassasiyet görülmüyor. Dramatik bir şekilde Atina’da bugün sadece bir Fethiye Camisi var. Onun da minaresi yıkılmış durumda ve ibadete açık değil. Yunanistan’da bugün Atina’da Osmanlı döneminde çok sayıda cami olmasına rağmen bugün sadece bugün bir cami ayakta o da ne müze olarak ne de ibadethane olarak fonksiyonunu sürdürebilme imkanına sahip değil.
YUNANİSTAN’IN ANLAMSIZ TEPKİSİ
Yunanistan’ın bu konuda bir tepki göstermesini de ben pek anlamlı bulmuyorum. Yunanistan her yıl yıktığı camiler, Rodos Adasında, 12 Adalarda, Girit’te, Kıbrıs Rum kesiminde yıktığı ve yıkılmaya terk ettiği yüzlerce binlerce eser var. Bunlar Ekrem Hakkı Ayverdi’nin kitabında kayıtlı, bunların izini de sürerek cevap vermenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Yunanistan böyle bir hassasiyette bulunuyorsa, Ayasofya’ya karşı kendilerinin hoşlarına gitmeyecek bir değişikliğin müsebbibi olmaktan uzak durmak amacındaysa şimdiye kadar bu camileri neden yıktınız? Bütün İslam ülkelerinin liderleri, Yunanistan’da Atina’da İslam ülkelerinin büyükelçileri Cuma namazlarını dahi kılacakları bir cami bulamamaktan şimdiye kadar defalarca bu konuyu gündeme getirdiler. Yunanistan tarafı bunlara hep kulaklarını tıkadı. Sonunda minaresi olmayan camiye benzemeyen bir yapıyı cami olarak açtı.
1934’te Türkiye’nin iç hukuku ile karara bağlanan mesele şu anda yine hukuk safhasındadır. Mahkemelerin ne karar vereceğini biz henüz bilmiyoruz. Mahkemelerin vereceği karar neticesinde Türkiye Cumhuriyeti egemen bir devlet olarak kendi toprakları içindeki ve kendi tarihi açısından da kıymetli olan bu eseri ne şekilde kullanacağına karar verme ehliyetine sahiptir. Buna bütün ülkelerin saygı duyması gerekir.
AYASOFYA’YA TARİHTE YAPILAN EN BÜYÜK SAYGISIZLIK
Ayasofya’ya tarihte yapılan en büyük saygısızlık 1204 yılında Latinlerin bir haçlı seferiyle ele geçirdiği ve 1261 yılına kadar ellerinde tuttuğu dönemde olmuştur. O dönemde Ayasofya’ya en büyük saygısızlıkları yapanlar hatta, atıyla giren Latinler söz konusudur. Ayasofya’nın tarihinde Ayasofya’ya karşı bu kadar büyük saygısızlık başka hiçbir devirde yapılmamıştır. 57 yıl süren Latin işgalinde Ayasofya’dan çalınan Hristiyan dünyası için kutsal olan eserlerin insanlığa emanet değerlerin akıbeti halen bilinmemektedir. Bu tarihin kaydettiği vahim bir olaydır ve vandallıktır.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u 1453’te fethettikten sonra İstanbul ve Ayasofya’ya dolayısıyla insanlık alemine büyük hizmetler yaptı. İstanbul’un Türklere geçmesinden önce Ayasofya’nın bakımsız olduğu 100 yıl önceki 1344 depreminden kaynaklanan sorunlarının bile çözülemediği ve bazı kısımlarının hasarlı olduğu biliniyor. Kanuni Sultan Süleyman devrinde esere özen gösterilmiştir. özellikle II. Selim döneminde Mimar Sinan bu yapıyı bir daha büyük ölçüde tadilat görmeyecek şekilde sağlamlaştırmıştır, kubbesini ve bütün yapıyı sağlamlaştırmıştır. Bu eserin bugüne gelmesinde Türklerin çok büyük katkısı olmuştur. Latin istilası döneminde Bizanslı tarihçi Nikitan Oniatis, işgal sırasında bu mabede nasıl saygısızlık yapıldığını anlatıyor. Hazreti İsa’nın olduğuna inanılan mezar taşından bir parça, sarıldığı bez, Meryem Ana’nın sütü, bazı azizlerin kemikleri yani Hristiyan dünyası için kutsal olan bu emanetler yerlerinden sökülüp Avrupa’ya götürülmüş, akıbetinin ne olduğu da belirsizdir. Bu mabedin kutsal emanetlerine yapılan en büyük saygısızlıktır. Latin istilası döneminde buradaki bazı altın ve gümüşten eşyalar çalınmıştır. Haçlı ordusunun içindeki Latinler, Katolikler Ayasofya’ya tarihin kaydettiği en büyük saygısızlığı yapmıştır. Ama Osmanlı döneminde saygısızlık yapılmamıştır. Burası, insanlığın en önemli mimari eserine ve şu anda belki de ibadethane olarak uzun asırlar boyunca yapıldığı şekliyle Kabe’den sonra kalan en önemli yapılardan birisidir. Fonksiyonu bakımından 1500 yıldır ayakta.
Ayasofya bugün Osmanlı Devleti’nin korumasıyla buralara kadar geldi. Fatih Sultan Mehmet buraya büyük bir vakıf kurarak vakıf marifetiyle buranın bakım, onarım ve fonksiyon icrası için elinden geleni yaptı. İstanbul fethedildiğinde Ayasofya bakımsız haldeydi. Burada kurulan güçlü vakfiyeyle, devletin kendi bütçesinden kaynaklar aktarılarak Ayasofya’ya özel önem verildi, ibadethane olarak fonksiyonlarını icra etmek için ilk başta burada tuğladan bir minare örülmüştür. Tuğladan örüldü çünkü taşla yapmak daha fazla vakit alıyordu. Ondan sonra Kanuni Sultan Süleyman da buraya çok önem vermiştir. Ardından İkinci Selim döneminde bu yapı, dış istinat duvarlarının bir payanda gibi görev yapmasıyla iyice sağlamlaştırılmıştır. Günümüzde binanın dış tarafındaki toplamda 24 payandanın önemli bir kısmı Osmanlı devrinde yapılmıştır. Bu istinat duvarlarının yapılmasıyla kubbeyi taşıyan yan duvarlar kubbeyi iyice sağlamlaştırmış ve yapının bugüne gelmesini sağlamıştır. Ayasofya etrafı Osmanlı Sultanlarının hemen hepsinin önem verdiği bir alandır. Üçüncü Murad ve Üçüncü Mehmed’in türbeleri buradadır. Birinci Mahmud döneminde 1739’da Ayasofya’nın yine restore edilmesi söz konusudur ve burada bir kütüphane yapılmıştır, medrese yapılmıştır, imarethane yapılmıştır, bir şadırvan eklenmiştir. Dolayısıyla Ayasofya zaman içinde etrafıyla birlikte bir Türk eseri haline gelmiştir. Elbette Bizans, Doğu Roma İmparatorluğu’ndan gelen yapılar vardır ancak o yapıların merkezinde Ayasofya vardır. Fatih Sultan Mehmed Ayasofya’ya o kadar saygı göstermiştir ki adını bile değiştirmemiştir. Öyle ki Osmanlı geleneğinde kılıç hakkı olarak alınan camilerin adı Fethiye Camii olarak ifade edilir. Burada Ayasofya adının kullanılmasına devam edilmiştir. Yani onun ibadethane fonksiyonuna saygı çerçevesindedir bu. Kazasker İzzet Efendi’nin önemli hat eserleri 8 m çapındaki devasa tablolar olarak içinde yer almaktadır. Ayasofya’nın yine dışında bir medrese, muvakkithane vardır. Bunlar Osmanlı Devleti’nin camiye kattığı eserlerdir. Abdülmecid zamanında İtalyan kardeşler Fossadi kardeşler; Gaspare ve Guiseppe Fossadi nezaretinde 1847-1849 yıllarında bir restorasyon daha gerçekleştirildi. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin o devasa, insanlık için önemli bir eser olan hat tabloları o sütunlara asılmıştır. Medrese ve muvakkithane o dönemde inşa edilmiş ve cami 1849 yılında büyük bir törenle açılmıştır.
Abone Ol